Adlarıyla Yaşar Çocuklar
Bebeklere isim düşünürken, bir de bu açıdan düşünün…
‘’Çünkü; yeni bebeği görmeye gelenlerin bulunduğu dilekteki gibi gerçekten adlarıyla yaşar tüm çocuklar.’’
Ne çok önemsenir yeni doğan bebeğin ismi.
“Kayınpederin adı mı yoksa yeni nesil modern bir isim mi olacak?” ya da “ İki isim ile orta yol bulunup, bir yandan ataya saygıda kusur etmezken, diğer yandan taze annenin gönlü mü alınacak? “
Bu isim koyma konusu bazen uzun tartışmalara neden olur ve hatta ömür boyu anılır durulur. İşin ilginç yanı, karar verilirken, o ismi ve etkilerini ömür boyu üzerinde taşıyacak olan bebeğin açısından pek az bakılır. Henüz kendisini ifade edebilecek, fikrini beyan edebilecek konumda olmasa da onun da başlı başına bir birey olduğu, kendi tercihleri ve beğenileri olabileceği göz ardı edilir. İşte bu noktada, bilinçli ve farkında ebeveynler olarak bizlerin yapması gereken bu gerçeği göz ardı etmememiz.
Bu konuda öncelikle bahsedilmesi ve mümkünse kaçınılması gereken, belli bir ideolojiyi, siyasi kimliği taşıyan isimler. Eğer önceliğimiz çocuklarımızın mutluluğu ve iç huzuru ise, onları özgür kılmanın yolu onlara yüklü isimler vermemek. Zamanın ve taşıdığı ismin ona ne yükler getirebileceğini kestiremeyeceğimizden ve dahası onun bizimle aynı fikirde olup olmayacağını bilemeyeceğimizden, bu tip isimlerden kaçınmakta fayda olduğunu düşünüyorum. Bu konu için aslında çok iyi bilinen iki film önereceğim. Biri“ Babam ve Oğlum”, diğeri “Gönül Yarası” . Bu iki filmde de çocukların bizlerin bir devamı, yatırımı olmadıkları; kendi fikirleri, amaçları, hayalleri olacak olan tamamen özerk bireyler oldukları, onları kendi beklentilerimiz ve hayallerimiz uğruna borçlu bıraktırıp, kurban etmememiz gerektiği öyle kurgulanıp izleyiciye sunulmuş ki, üzerine bir şey eklemede kendimi yetersiz hissediyorum.
Ama farklı bir bakış açısından aslında çok güncel, çok sıradan bir hikaye hemen şimdi kurgulayabilirim size.
Örneğin sizin için sürekli fedakarlık yapmak zorunda kalan ve hatta aklınıza ‘cefakar bir ana’ olarak kazınan bir anne tarafından, belki bilerek belki bilmeyerek sürekli borçlu hissettirilerek büyütülmüş bir erkek evladı olabilirsiniz. Pek tabi ona bir torun verdiğinizde ! ( Dil ne kadar da önemli, bu ifade bile bence sakıncalı) minnet borcunuzu çocuğunuza onun adını koyarak ödemek isteyebilirsiniz. İşte tam da bu noktada düşünmeniz gereken şeyler;
“Acaba çocuğunuz bu ismi ileride benimseyebilecek, severek taşıyabilecek mi?”
“Sizin beğendiğiniz o ismi o da beğenecek mi? “
“Ömrü hayatı boyunca, herkesten çok o kelimeyi işitecek kişi olarak, bu hak en çok ona ait değil mi? “
Bu noktada ismin anlamı, dile getirildiğinde kulağa nasıl geldiği, yaptığı çağrışımlar…gibi pek çok detay var. Ki bu detaylar ileride onun arkadaşları arasında dalga konusu olabilecek, taşıdığı anlamla kendi kişisel özellikleri taban tabana zıt olduğu ya da ismin anlamının ağırlığını taşıyamayıp kendisini eksik/yetersiz hissettirebilecek kadar mühim detaylar olabilir.
Diğer yandan, siz annenizi çok seviyor olabilirsiniz, peki adını koyduğunuz çocuğunuzun annesi ona karşı ne hissediyor? Bunu bilmek faydalı olacaktır. Verdiğimiz örnek üzerinden gidersek, kayınvalidesine karşı olumsuz duyguları olan bir kadın, onun adını taşıyan kendi çocuğuna karşı zaman zaman çelişkili duygulara kapılabilir. Hiç unutmam, depresif duyguları olan ve kişiler arası ilişkilerinde sorun yaşayan, 13-14 yaşlarındaki danışanım demişti ki “ Annem beni hiç sevmez, sırf babaannemin adını taşıdığım için” demişti. Hissettiği acı, öfke ve suçluluk duyguları onun annesi ile sağlıklı bir iletişim kurmasını engelliyordu.
Bu düşüncenin doğruluk payını net olarak bilmemekle birlikte, net olarak bildiğim bir şey var ki, o da bu düşüncenin çok zor baş edilebilir duygulara sebep olduğu ve bu düşünceye kapılmanın çok zor bir şey olmadığı. Çünkü siz bir çocuğa tanıdığınız bir kişinin ismini verirken yalnızca bir isim vermiş olmazsınız, o isimle birlikte olumlu ya da olumsuz onlarca atıfı da vermiş olursunuz. İnatçı, titiz, konuşkan…vs. Üstelik yalnız anne babası değil, o kişiyi tanıyan pek çok kişinin de, o kişi ile ilgili aklında yaşanmışlıklar, tecrübeler olacağı için, o varsayımların gölgesiyle bakar çocuğa. Kim bilir kaç kez duydu o kız çocuğu , “adına çekmiş” sözlerini, bu sözlerin altındaki üstü örtülü eleştirileri, kim bilir kaç kez şahit oldu, adına çektiği kişinin anne babasının arasında tartışma konusu olduğuna.
Anne babaya olan bağlılığımızı, saygımızı çok farklı yollardan gösterebiliriz, minnet borcumuzu çok daha kolay yollardan ödeyebiliriz, bu bizim kendi hesabımız, çocukları bu hesaba dahil etmezsek bence daha iyi ederiz.
Benzer mevzu, herhangi bir nedenle vefat eden bir kardeş, kuzen, akrabanın isimlerinin tercih edilmesi halinde de olur. Ebeveynleri tarafından ister istemez açık ve yahut örtük mesajlarla büyüyen çocuk, yetişkinliğinde kendisini adını taşıdığı kardeşini manevi olarak yaşatmaya çalışırken bulabilir, onun sevdiği rengi sevip, devam edemediği okulunu okurken, onun hayallerini gerçekleştirmeye çalışırken…Ve belki nice sonra “ Aslında kendisinin kim olduğu” arayışına girebilir. Miras bırakılan bir kaderi yaşamaya çalışmak, beklentileri karşılamak hiçbir insan için kolay değildir.
Psikiyatri ve psikoloji alanına çok değerli katkılar sağlamış psikiyatrist ve psikoterapist Prof. Dr. Vamık D. Volkan, “ Gidenin Ardından” adlı eserinde bu meseleyi kendi hayatı üzerinden çok güzel açıklamıştır.
“Yaşamım, doğumumdan altı ay önce ölen bir adamın duygusal varlığı tarafından değiştirilmişti. Bu adam, öğrenim görmek üzere gittiği İstanbul’da esrarengiz bir şekilde kaybolan, mühendislik öğrencisi Vamık’ tı. Bir süre sonra Marmara Denizi’nde bulunan bir cesedin ona ait olduğu, üzerinde kalan giysi parçalarından tanınarak anlaşıldı. Doğumumla birlikte, yalnızca ismi değil, aile içinde onun yerini doldurma gereksinimi de bana geçmiş oldu. Onun yok oluşunun annemin ve anneannemin yaşamlarında yarattığı boşluğu doldurmak ve onun ulaşacağını duyumsadıkları başarıya ulaşmak, benim dile getirilmeyen görevimdi…Psikanaliz eğitimime kadar, evimizde hüküm süren varlığının gücünü fark etmedim.”
Her insan kendi paletindeki renklerle gelir bu dünyaya, siz bir başkasının boyadığı kağıdı değil, bembeyaz bir kağıt verin ki çocuğunuza, o seçsin, bu hayat yolunda, hangi renklerle nasıl bir sanat eseri yaratacağını.
Yazan: Kendini bildi bileli anne babasının arasında bir denge kurmayı, uzlaşı sağlamayı kendisine iş edinen ve esasen bu görevi daha doğar doğmaz her ikisinin de annesinin adını alarak yapmaya başladığını öğrenen biri.
Fatmagül Dikyar Altun
Çocukluğumda beni olgunluğum hiç yalnız bırakmadı, olgun yaşlarımda da neyse ki çocukluğum.
Olgun bir çocuk olarak her zaman övüldüm, desteklendim, örnek gösterildim. Olgun yanımla sabrettim, azmettim, çokça ders çalıştım. Büyüyünce doktor olacağım diyen çocuğun sözünü tuttum ve doktor oldum, yetmedi ihtisasımı yaptım. Yaş aldım, evlendim, anne oldum. Tüm ‘yapılması gerekenleri’ (iş, evlilik, çocuk) yapıp bitirince, kalakaldım.
Yeni bir cana hayat verirken, hayata dair, çetrefilli bir sorgulama sürecine girdim. Çocuklarıma şefkat göstermeye çalışırken, kendimi bundan çokça mahrum bıraktığımı farkettim. İçimdeki çocuk huzursuzlandı, kıskandı. O günden sonra koşulsuz ebeveynliğin kapıları aralandı benim için, çocuklarımla birlikte kendi çocukluğumu da sevmeye başladım, ona şefkat gösterdim.
Şimdi küçük bir devlet hastanesinde çalışıyorum. Psikiyatrist ve psikoterapistim. Kişisel merakım gereği güvenli bağlanma, şefkatli ebeveynlikle ilgili okuyor, araştırıyor ve projelerle ilgileniyorum. Kendime ayırabildiğim zamanlarım içerinde, çocuk öyküleri yazıyor, çocuk kitapları resimliyor, çeşitli dergilere için yazılar kaleme alıyorum.
Koşulsuz sevgi tohumlarını çocuklarımızın yüreğine ektikçe, şiddetsiz iletişimi becerebildikçe; dünyanın bolca huzur ve mutluluk hasat edeceğine, çok daha güzelleşeceğine inanıyorum.