Anne Vitrini
Evin bebesi 8-9 aylık civarında; evin ablası da 3 yaşını yeni doldurmuş o aralar. Sitenin bahçesine iniyoruz. Küçük kızımı (henüz itiraz etmeyi bilmediği için) gönlüme göre cicili bicili giydiriyorum. Büyük kızım ise tarak sevmediği için arkasında top olmuş saçları ile ne giyeceğine elbette kendi karar veriyor; eşofman, üzerine etek, kısa kollu tişört, mont giymemiş ama hava çok soğuk olduğu için kardeşinin el örgüsü yeleklerinden birini giymeye ikna olmuş, ayağında çoraplar ve soğuk havaya rağmen ayağına biraz küçük gelen-eskimiş terlikler…
Oyun parkında iki anne ile tanışıyoruz. Birisi o sıralar yaşadığımız küçük şehre, büyük şehirlerin birinden yeni taşınmış. Sıcak, hareketli ve rahat bir şehirden taşındıkları için kadıncağız soğuk havanın beyninde yarattığı donma etkisiyle hep bu yeni şehirdeki olumsuzlukları sayıyor. ‘Şunu yok, bunu yok, o yok, bu yok. Ama böyle miydi? Eskiden biz şöyle şöyle yapardık’. Gülümseyerek dinliyorum. Sevdiği şehirden zorla koparılan herkes, ilk başlarda galiba hep aynı şeyi yaşıyor. Kızgın gözlerle etrafa bakıp ilk etapta sadece olumsuzlukları görüyor. Sonra yeni yerin güzelliklerini de görmeye başlayıp, yeni hayatının tadını çıkarmaya başlıyorsun (neyse konumuz bu değil :)).
Sonra anneler çubuk kraker çıkarıp, kendi çocuklarına ve büyük kızıma veriyorlar. Bittikçe çocuklarına kraker vermeye devam ediyor ama büyük kızıma vermeyi bırakıyorlar. Kızım yavaşça yanıma sokulup tekrar kraker isteyip isteyemeyeceğini soruyor. İsteyebileceğini söylüyorum. Yanımda para yok ayrıca iki çocuk ile evden para alıp sonra da markete gidecek enerjim de yok. Zaten çocuk oyun parkında hiç kimse başka çocuklara kraker vermeyi sorun etmez değil mi? Kızım gidip kraker istiyor sonra kaydıraktan kayıyor, ben de ufaklığı salıncakta sallayıp, annelerle sohbete devam ediyorum. Kızım yeni taşınmış anneden üçüncü defa kraker istediğinde, kadın yavaşça kızımın boyuna eğilip ‘senin annen nerede yavrum,’ diye soruyor. O an beynimde şimşekler çakıyor. Karmakarışık saçlı, eşofman üzeri etek ile soğukta kısa kollu tişört üzerine el örgüsü bebek yeleği giymiş, ayağında küçük gelen terlikleri olan; kaydıraktan kendisi kayan üç yaşındaki bebemi sokak çocuğu sanmış kadıncağız. Benim ve ufaklığın yanına yakıştıramamış, bizim aileden olduğunu düşünememiş.
Şimdi ben ona annelerin çocuklarını kendi vitrinleri gibi gördüğünü söylesem, kendilerini ‘iyi anne’ gibi hissetmek ve göstermek için, çocuklarının düzgün görünmesini istediklerinisöylesem ve bir çocuğun istediği gibi (mevsime uygun olmayan, uyumsuz ve hatta kirli) giyinmesinin, bir anne için zor bir sınav olduğunu söylesem, ne yapmaya çalıştığımı anlar mı acaba? Zaman zaman benim de bu durumdan nasibimi aldığımı söylesem; ‘şu elbisenle şu çorabını giyelim mi, aaa bak ne kadar uyumlu olur,’ diye aklına girmeye çalıştığımı söylesem, beni anlar mı? Ama çoğu zaman kendimi tutup, uyumsuzluğu ve kirliliği onun özgüven ve bağımsızlığını kazanması için kabul ediyorum desem, giysileri tamamen çocuğun alanı ve erişkinler olarak o alana girmeye hakkımız yok desem, saçma bulur mu? Bunun üzerinden not almak, hepimiz için yıpratıcı desem? Parmak boyası ya da yemek lekesi çıkmamış tişörtleri; dizi yırtılmış ya da yamalı eşofmanları tekrar tekrar giydiklerinde, bir anne için baş edilmesi en zor nokta etrafın bakışları, çocuğun ilgisiz kaldığını ima eden sözler ve kişinin anneliği üzerinden yaralanma korkusu desem? Üstelik bu ilk değil, daha önce market görevlileri de benzer muameleyi yaptı ve ben her ne kadar onu özgür bırakmanın doğru olduğunu bilsem de, toplumsal sınırların içinde yaşamanın konforuna alışmış biri olarak çizginin şu kadarcık bile dışına çıkmaktan korkuyorum desem?
O zamanlar bebek olan ama artık artık büyüyen küçük kızımın bu fotoğraftaki hali beni o güne götürdü. Üstelik buz gibi havada, ben montumla dolaşırken o uzun kollu tişört ve çorap ile dolaşıyor. Bu fotoğrafı çeken anne, bu yazıyı yazarken kabul görme ihtiyacını keşfediyor.
Ebeveynlik zaman zaman zor; bazen parkın kenarında duran bir çift ayakkabıya bakarken, bazen taranması için izin alamadığın saça bakarken, bazen -10 derecede giydiremediğin atlete bakarken, bazen kartopu oynamaya çıktığında taktıramadığın atkıya bakarken, akşam yenmemiş bir kase çorbaya, yeni alınmış oyuncağın kırılmış parçalarına, halının üzerindeki dondurma lekesine, ilk defa giydiğin bluzun eteğindeki ‘yeni silinmiş kakaolu ağız’ lekesine bakarken, kesilmesine izin verilmeyen tırnaklara bakarken, gecenin bir vakti inatla yatakta zıplayan çocuklara bakarken… Çığlık çığlığa ağlayıp, elindekileri sağa, sola, duvara vurmasını izlerken biraz zor sakin kalabilmek… Ebeveynlik her gün, zaman zaman zor… Kendinden küçük bir varlığın, bedeni ile ilgili doğru kararlar alabileceğine inanmak, yıllarca sana tam tersi söylenmişken ve senin bedenine küçükken hiç saygı gösterilmemişken zor (zorla yemek, zorla giydirilmek, zorla uyumak vs)… Ve tüm bunların içinde yargılanmak, fazla özgür bırakıyor olmakla suçlanmak, her şeye rağmen toplumsal normların dışına çıkıp, çocuğun ve kendinin ihtiyaçlarını pusula edinmeye çalışmak zor.
İnsanın bazen ‘boşver eksik kalıversin,’ diyecek dostlara ihtiyacı oluyor, ‘sen bugün yoruldun,’ diyecek bir eşe, torunlarını özleyip bir kaç saat oynayacak büyükanneye, çocuğunla yaşıt çocukları olan komşulara, çocuğun hastaysa sana yardım edecek iş arkadaşlarına, ve tek amacı seni anlayabilmek olan dostlara kısacası bir köye ihtiyacı oluyor (‘Bir çocuk yetiştirmek için koca bir köy gerekir’- Afrika atasözü). Herkesin; hayalindeki manevi köyü, sevdiği insanlarla kurabilmesi dileğiyle, sevgiler…
Yasemin Özşahin
Önce okumayı, sonra yazmayı (yazdıklarım burada) en çok konuşmayı seven; hala bir değişim ve yapılanma içinde ve kendini tek kelimeyle anlatmak isterse de ‘yenilenmek’ diyebilecek; sıradan, seven, sevinen, kızan, deliren, üzülen, acıkan, bağıran, kahkaha atan, gülümseyen, arada (çoğunlukla) otomatiğe bağlayan, sonra otomatik pilottan çıkan iki çocuk annesi bir anestezist… Anne olmak ona, kendini ifade edemeyen bir miniğin kişisel sınırlarını keşfetmeye çalışırken, kendi sınırlarının ne olduğunu öğretmiş olan bir kadın… Herkes gibi ne eksik ne de fazla…